Futbol

Futbol denilince akla ilk olarak en iyi takımlar gelir.
Bunlar;barcelona,chelsea,liverpool,inter,real madrid,sevilla,arsenal,milan,manchester unıted,porto gibi takımlar gelir.Bu takımlar çok sayıda farklı futbol yerlerinde kupalar kazanmıştır.Barcelona'nın hikayesi:

Tarihler 1936yı gösterirken İspanya tüm dünyadan farklı bir savaşın içersindeydi. Büyük bir iç savaş çıkmış, kendilerini Cumhuriyetçiler olarak tanımlayan anti-faşist cephe faşist Franco’nun askerleri ile büyük bir mücadeleye girmişlerdi...
     1939 yılına gelindiğinde verilen bu mücadele kimi nedenlerle kaybedilmiş ve Anti-Faşist cephenin son ve en güçlü kalesi Katalunyanın başkenti Barcelona'da düştükten sonra 1975'te Franconun ölümüne kadar sürecek bir faşist diktatörlük İspanya'da hüküm sürmeye başlamıştı.
     Franco'nun ilk yaptığı şeyler özellikle Katalunya ve Bask bölgesini adam ispanyollaştırma çabaları olmuştur. Bask bölgesinin bombalanması Barcelona şehrinin yenibaştan inşaa edilmesini gerektirecek kadar büyük tahribatlar Franco'nun marifetleriydi. Elbette Franco burada yaşayan halkları da unutmamıştı, katalanca konuşmanın , katalan bayrağının yasaklanması, katalanların 2. sınıf vatandaş muamelesi görmesi gibi uygulamalar hep bu döneme rastlar.
     Fakat Franco tek bir şeye dokunamamıştı; Camp Nou, yani Barcelona'nın mabedi... orada insanlar korkusuzca katalan bayrağı açabiliyor kendi kültürlerini devam ettirebiliyorlardı. Katalan dilinin konuşulabildiği tek yer olan Camp Nou, Franco'nun elini süremeyeceği kadar kutsaldı bu asi campnouhalk için. Katalunya varlığını Camp Nou'da sürdürüyordu. Ve karşıda Real Madrid vardı, Franco'nun desteklediğini söylemeye çekinmediği, kralla ve kralcılarla bütünleşmiş bir takım. Franco dönemine bir çok başarılara imza atmış, Barcelonayı bir çok kere yerle bir etmiş bir takım, hani hep Türkiye'de denir ya hakem hataları bilinçli mi yapılıyor diye, keşke bunu söyleyenler Franco dönemindeki Barcelona-Real Madrid maçlarını bir gözden geçirselerdi...
     Bir çok şampiyonluk aldı Real Madrid, Franco'nun maddi ve manevi desteği ile avrupada fırtına gibi estiler. Tarihler 17 Şubat 1974'ü gösterdiğinde Real Madridin sahasında (Santiago Barnabeu) belki de tarihin akışını değiştirecek bir maç oynanıyordu, Barcelona maçı 5-0 kazandı ve Katalanlara göre Franco'nun yaşlı kalbi bu maça dayanamamış ve ölümüne neden olmuştur. Franco dönemi sona ermiştir ve bu günü ölümsüzleştirmek için Picasso Müzesinden çok daha fazla ziyaretçiye ev sahipliği yapmış olan Barcelona Müzesinin bir duvarı sadece bu güne ayrılmıştır. Franco'nun Reale duyduğu sevgi bir devrin kapanmasına neden olmuş, savaşta kaybedilen otonominin tekrar kazanılması için umut doğmuştur...
     Ve bu gün, Real Madridin bir çok şampiyonluk kazanmış olabilir fakat Katalan halkı, Franco'nun bütün baskılarına ve yasaklamalarına karşın kendi kimliğini koruyabilmiş, 1978 yılında aldıkları özerklik ile kendi benliklerini devam ettirebilme hakkına sahip olmuşlardır. Franco döneminde varlığını Camp Nou'da sürdüren Katalunya artık kendi topraklarında varolabilecekti. Barcelonanın dünü ve bu günü hakkında kısa bir hikayeydi bu, aslında futbolun gerçek yüzünü ortaya koyan bir hikaye. Bir ulusun nasıl yok olmanın eşiğinden döndüğünün, bir statta varlığını sürdüren ülkenin bu gün kendi topraklarına nasıl sahip olabildiğinin bir hikayesiydi. Futbolun asla sadece futbol olmadığının sadece küçük bir örneği idi Barcelona'nın hikayesi.
anti
chelsea'nın hikayesi:

Cem Top: İlk yarı hikaye, ikinci yarı destan

Nisan 3, 2008

cem top

Türk futbolunun tarihi sınavı öncesi, Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu’nun web sitesine baktığımızda “Club World Ranking – Top 350” isimli listenin birinci sırasında İngiliz devi Chelsea’nin adını görmek belki hepimizi tedirgin ediyordu.

 

Buna rağmen Fenerbahçe de aynı listenin 23.sırasında Werder Bremen’in hemen altından bizlere göz kırpıyor ve adeta “Ben yabana atılacak takım değilim.” diyordu.

Hem bir gün önce bu sıralamanın 61.sırasını işgal eden Schalke, evinde 1-0 yenilmesine rağmen Barcelona ile başa baş mücadele etmiş, zaman zaman 9.sıradaki rakibini zor durumlara düşürmüştü. Çeyrek finale kalan 8 takım arasında IFFHS listesinin en kötü derecesini yapan Alman takımı yanında Fenerbahçe bayağı fiyakalı bir yere sahipti. Fenerbahçe ve Schalke dışında kalan takımların ilk on içerisinde yer aldığı anımsanacak olursa, olası bir sürprizi gerçekleştirebilecek takım olarak Fenerbahçe adı öne çıkıyordu. Her ne kadar global futbol dünyasında çokça kaynaklığına başvurulan “transfermarkt” isimli portal Chelsea’nin kadro değerini 442 milyon 500 bin Euro, Fenerbahçe’ninkini ise 92 milyon 500 bin Euro olarak belirtiyorsa da futbolun salt ekonomik güç anlamına gelmediğine dair örnekler de geçmişte bolca mevcuttu ve takımlar adına sonuca etki edebilecek diğer faktörler değerlendirmeye muhtaçtı.

Her şeyden önce her iki takımın futbol anlayışları, özellikle bilinmezlerle dolu ilk maçın gidişatına büyük oranda etki edebilirdi. Chelsea’nin Fenerbahçe önüne gelene kadar Şampiyonlar Ligi maçlarında yalnızca iki gol yemiş olması bu konuda önemli bir doneydi. Bilhassa deplasmanlarda “defansif 4-3-3” oynayan Chelsea’nin tıpkı Olympiakos deplasmanında olduğu gibi önce gol yememeye dayalı oyun stratejisini Fenerbahçe’ye kabul ettirmeye çalışması ve oyunu kilitlemesi kuvvetli bir ihtimaldi.

Teknik Direktör Avram Grant’ın selefi Jose Mourinho’dan sonra üstüyle başıyla çok da oynamadığı bu oyun yapısı, İngiltere’de Chelsea taraftarlarınca ciddi şekilde eleştirilmesine rağmen çoğu zaman sonuç da veriyordu. Orta sahanın ortasını fizik gücü yüksek ve çift yönlü oynayabilen üç oyuncuyla kapatan Grant, her iki kanada striker vasıfları çok güçlü olmayan ama forvet özellikli, top taşıyabilen isimler yerleştiriyor ve bu oyuncuların Drogba’ya destek vermesini istiyordu. Fenerbahçe’nin de bilinen futbol karakteri gereği gol servislerini orta sahada oyunu pişirdikten sonra yapması maç öncesi bizlere bir orta saha mücadelesinin sinyallerini veriyordu.

Böyle bir durumda ise; Fenerbahçe’nin Aurelio-Maldonado ikilisiyle bu alanda üstünlük kurması, Makelele, Ballack ve Lampard’ın varlığı dikkate alındığında oldukça zordu. Ancak dünya üzerinde her takımın olduğu gibi Chelsea’nin de bir yumuşak karnı vardı ve Şampiyonlar Ligi’nde olmasa da Premier Lig’de bu sorun başını Grant’ın çokça ağrıtıyordu. Özellikle Petr Cech’in kaleyi koruyamadığı maçlarda defansın duran toplarda yaptığı yanlışlar Cudicini’nin kişisel hatalarıyla birleşiyor ve Chelsea kalesi golle burun buruna geliyordu. Tüm bunların üzerine Fenerbahçe’nin duran toplardaki etkinliği ve Alex’in rakip kalecileri zor durumda bırakarak uzak köşeyi bulan kesme ortaları eklendiğinde Fenerbahçe’nin Chelsea önünde gol ya da goller bulması ihtimali de azımsanmayacak ölçüdeydi.

Tüm bu düşünceler zihinleri meşgul ederken, hakem Claus Bo Larsen’in düdüğüyle maçın başlamasından kısa süre sonra endişelerimizde çok da haksız olmadığımızı anladık. İlk yarının geneli itibariyle, sarı-lacivertli temsilcimiz bırakın gol pozisyonuna girmeyi topu üçüncü bölgeye taşımakta bile oldukça zorlandı. Şüphesiz Fenerbahçe’yi kilitleyen başlıca faktör Chelsea orta sahasının sarı-lacivertli ekibimize oldukça sert gelmesiydi. Top Fenerbahçe’de iken yarı sahasından başlayarak etkili biçimde kapanan İngiliz temsilcisi, sarı-lacivertlileri dar alana sıkıştırarak kora kor mücadeleye zorladı. Fizik bakımdan hayli güçlü Ballack, Makalele, Lampard, Essien, A.Cole gibi isimler girdikleri hemen her omuz omuza mücadelede ayakta kalmayı başardılar.

İlk yarı sonunda istatistiklere göz attığımızda topun %52 oranında Fenerbahçe’de kaldığını gördük ancak bu sayısal üstünlük oyun üstünlüğü anlamına gelmediği gibi oldukça da yanıltıcıydı. Chelsea’nin kurduğu seti aşmakta zorlanan sarı-lacivertliler, sürekli yana ve geriye oynamak durumuna kaldılar. 13.dakikada Deivid’in kendi kalesine attığı şanssız golle moral motivasyonu da erozyona uğrayan temsilcimiz, bu gibi anlarda gemisini kurtaran kaptan rolünü başarıyla üstlenen Alex’i devreye sokmaya çalıştıysa da Chelsea’nin kademeli takım savunması arasında kaptan da kaybolup gitti.

İkinci yarıya daha istekli biçimde başlayan temsilcimiz, isabetli uzun paslar atarak ceza sahasına kaçıracağı sürpriz adamlarla gol bulmak istedi. Hızlı oyun ve alınan risk, topun kaptırıldığı anlarda Fenerbahçe kalesinde büyük tehlikeler anlamına gelecek olsa da Zico’nun önünde çok da fazla seçenek yoktu. 53’te Uğur-Kazım değişikliğine giden Brezilyalı teknik adam, Essien karşısında zorlanan Uğur’un bölgesine Deivid’i göndererek Kazım’ı sağ kanada monte etti. Takip eden dakikalarda adam eksiltme ve dripling özelliklerini kullanmak isteyen Kazım’ın kaptırdığı birkaç top Chelsea’nin hızlı akınlarla Fenerbahçe kalesine gelmesine yol açtı ama 65’te Alex’in akıl dolu pasını değerlendiren genç futbolcu skoru dengeye getirip, tribünleri çılgına çevirdi. Bu gol aynı zamanda Fenerbahçe’de kaybolan moralleri yerine getirdi.

İkinci bir artı, ilk yarıdakinin aksine Chelsea’nin topu ileride tutmasında çok büyük pay sahibi olan Drogba’ya sürekli yakın oynayan Lugano, tatlı-sert futboluyla yıldız golcüyü yıldırmayı başardı. Bu da ilk yarıdaki tablonun tamamen ters dönmesine yol açtı. Chelsea açısından Drogba’nın kaybettiği toplar saha parselasyonunda probleme yol açınca ilk yarıdaki etkili pres kayboldu. Topla oyuna çıkmaya başlayan Fenerbahçe’nin de üstünlüğü böylece su yüzüne çıkmış oldu. 72.dakika Kezman-Semih değişikliğiyle gol bölgesine taze kan gönderen Zico belli ki, Semih’in hareketli oyunundan Alex ve Deivid’in yararlanabileceğini düşünüyordu. 81’de Deivid’in yaklaşık 30 metreden attığı harika gol maçın skorunu tayin ederken Fenerbahçe’nin Chelsea gibi bir takımı geriden gelerek yenmesi de Türk futbolu adına altın yaldızlı bir gelişmeydi.

Fenerbahçe özellikle ikinci yarıdaki futboluyla hepimize tur ümidi aşıladı fakat Stanford Bridge’deki maç öncesi Fenerbahçe’nin yapacağı en büyük hata bir tür zafer sarhoşluğuna kapılmak olur. Objektif bir gözlem yapacak olursak, sarı-lacivertliler ilk maçta rakipleri önünde oldukça az gol pozisyonu üretebildiler. İngiltere deplasmanlarının boğucu havasını da dikkate hesaba katarak, ikinci maç için enine boyuna düşünülmüş bir taktik stratejiye ihtiyaç duyulabilir. Özellikle Fenerbahçe’nin attığı ilk gol bu stratejinin oluşturulmasında bir başlangıç noktası…Bir röportaj:

Nisan 14, 2008

Erman Toroğlu

Bir kesim tarafından çok fazla şey hakkında çok fazla şey konuşuyor diye eleştiriliyor hep Erman Toroğlu. Ama onu halkın sevip güvendiği bir figür yapan da bu sivri dil ve fütursuz tavır. Onunla karşılıklı sohbet ettiğinizde, bugüne kadar duyduklarımızın aysbergin yalnızca suyun üstünde kalan kısmı olduğunu görüyorsunuz. Meğerse bugüne kadar bildiklerinin, söyleyebileceklerinin ve söylemek istediklerinin çok azını paylaşmış bizimle. Teyp çoğunlukla kapalıyken ama bazen de açıkken su yüzeyinin epey bir altına indiğimiz oluyor. Toroğlu açık sözlülüğüyle bir Pazar akşamı klasiği yaşatıyor bize. Bir afallıyoruz, bir toparlıyoruz. Böyle sürüp gidiyor sohbet…

Ege Görgün

Futbola gönül vermiş erkek çocukları, hele bir de halı sahalarda top peşinde koşturuyorlarsa hala, orta yaşlarını sürerken bile kendilerini erkek çocuğu gibi hissetme eğilimindedirler. Evlenip çocuk sahibi olsalar da her insan evladı gibi yaşlandıklarının farkına varmazlar. Ama ne zaman ki televizyonda maç anlatan spiker hayranlıkla seyrettiğiniz, hatta kendinizle özleştirdiğiniz ünlü bir futbolcunun yaşını telaffuz eder ve aradaki on beş yıllık yaş farkını gözünüzün içine sokar… Yaşlandık galiba be, dersiniz. Keza ilk maçına çıktığını hatırladığınız bir futbolcu, jübile yaptığında da benzer bir gerçeklik darbesi yersiniz böğrünüze. Futbol benim hayatıma 80’lerin ikinci yarısında girdiği için Ogün Temizkan ve Bülent Korkmaz’ın böyle bir simgesel anlamı vardır benim için. Hakem denilince de ilk aklıma gelenler İhsan Türe’ler, Sadık Deda’lar, sonra da Özcan Oal’lar ve nihayet Erman Toroğlu. Bir Kocaelisporlu olarak her Anadolu takımı taraftarı gibi bu dönemin hakemleriyle ilgili anılarım hiç hoş değil aslında. Kısa bir genel sohbetin ardından bu konudaki kuşkularımı Erman Toroğlu’na açıyorum.

HAKEMLER

Hakemlere geçelim mi hocam?

Onları herkes geçiyor zaten. (gülüyor.)

Hocam, son yıllardaki hakemlere baktığımda hataların daha çok futbola hakim olamamak, kendine güvensizlik ve yetersizlik gibi sebeplerden ileri geliyormuş gibi geliyor bana. Ama 80’li yıllarda bana göre bazı hakemler önemli hal ve durumlarda maçları büyük takımlara alenen hediye ediyorlardı sanki. E, o zaman ipliklerini pazara çıkarabilecek görüntü tekrarları ve yorumcular da yoktu tabi.

Kesinlikle katılıyorum. Hele ünlü bir hakem vardı o zaman iyi para yerdi. Sonra Sabah’ta yazdıracaklardı bir ara ona, “o adam yazarsa burada, ben giderim” dedim de, engel oldum.

Özcan Oal’ın yasadışı iki kumarhane baskınında yakalandı biliyorsunuz. Bu onun hakemliği ve zamanında yönettiği maçlar hakkında da soru işaretleri getirmez mi akla?

Yok, iyi bir hakemdi Özcan Oal. Hiçbir şeyini duymadım Allah için. Ama kumarı seviyor demek ki. Aslında bunda da yanlış bir şey yok. Ben kumar konusunda farklı düşünüyorum zaten. Kumarın Türkiye’de yasaklanması son derece yanlış oldu. Disipline edilip uygulanması lazımdı. Sabit bir bölgeyi, mesela Nevşehir’i kumar üssü yapacaklardı. Yap havalimanı da. Millet gelsin oynasın? Ama sen ne yaptın, eline yüzüne bulaştırdın. Kurşunlar sıkıldı, cinayetler işlendi.

Sizden sonra bir sürü hakem yorumcusu çıktı televizyonlara. O zaman kimi ünlü hakemlerin futboldan ne kadar bihaber olduğunu gördük. Bu adamlara nasıl hakem olmuşlar, nasıl maç yönetmişler diye şaşırdım şahsen ben. Ali Aydın, Mustafa Denizli ile TRT’de programa başlamıştı, pozisyonları tartışırken Denizli’nin karşısında resmen ezildi. Zaten çok uzun sürmedi macerası. Hakemler futbolun içinden gelseler daha iyi olmayacak mı hakemler?

Doğrudur. Ama sistem yapıyor bunu. Futbolun içinden hakem gelsin istemiyorlar. Yanlışlıkla ben girdim. Yarı yolda boynumu koparmak istediler. Güçleri yetti. Ama A klasmanına çıktıktan sonra bir şey yapamadılar, bu kez güçleri yetmedi. Futboldan gelen tek hakem benim. İkinci bir örnek şu anda yok.

Erman Hoca hakemliğe ilk başladığında camia tümden asker kökenlilerin elindeymiş. Futboldan gelenlere şans tanımıyorlarmış. Aday hakem olduğunda sınavda küme düşürtmüşler, resmen ayağını kaydırmaya çalışmışlar Toroğlu’nun. Sonra onu tutan bir ekip MHK’ye gelince A kategorisine ve Birinci Lig’e çıkmış. Sınavda kaldığı soru şuymuş hocanın “Bir serbest vuruştan, kendi kalene gol atıyorsun. Hakemsin. Ne karar verirsin? Neden?” Cevap olarak “Top benim vuruşumla, kalecime değmeden benim kaleme girerse kornerle başlarım,” diye yazmış. Ama doğru cevap “Serbest vuruştan ancak rakip kaleye gol atılır,”olduğu için cevabı yanlış sayılmış. Benim dediğim de aynı kapıya çıkar, gol geçersizdir deyip itiraz etmiş ama… Ne çare! Benzer bir engellemeyi spor yazarlarından da görmüş Toroğlu, birazdan okuyacağınız gibi.

Hakemlik yapacak adam önce cesaretli olacak, kişilikli olacak ama en önemlisi futbolu bilecek. Fatih Terim’le, Mustafa Denizli ile futbol tartışamazsan hakem olamazsın. Bu üçlünün karşısına yirmi pozisyon getir, 20 pozisyonun 18’inde hem fikir oluruz. Hakemlerle oturt beni, 15’inde kavga ederiz. Ha bir de şu var: Hakem peruk takmamalı. Hakem peruk taktı mı karizma çiziliyor, abi. Saç ektiriyorsan ektir. Bak ben ektirdim.

Burada saç ektirme teknolojisiyle ilgili son gelişmeleri anlatmaya koyuluyor Toroğlu. Sonra benim kafamı şöyle bir inceleyip diyor ki…

Sen zaten ne yersen ye. Sen gitmişsin! …Ne diyorduk?

YORUMCULAR

Benden sonra yorumculuğa giren bütün hakemler yorumculuk yaptığım zamanlarda beni ağır dille eleştirdiler. Yerden göğe kadar hakları vardı. Ama beni ağır şekilde eleştirdikten sonra bugün televizyonlara çıkıp, gazetelerde yazı yazıyorlarsa, Mustafa Çulcu haklı, “Küpe takacağım” diyordu. Hepsinin küpeye ihtiyacı ama küpeyi dikkatli yerlerine taksınlar. Ters yere taktılar mı yandılar. Bir şeyi diyorsanız, yapmayın. Ben merkez hakem komitesine girmeyeceğim dedim, girmedim. Bir gün federasyon başkanı olur muyum? Olurum.

Merkez Hakem Komitesi Başkanı Çulcu şöyle bir açıklama yapmıştı bir tarihte: Hiçbir şeyden tat almadan rahip veya rahibe gibi mi yaşayacağız. Yok böyle bir şey. Onun sakal bırakma, onun saç uzatma, benim de küpe takma hakkım var. Bu çocukların da pavyona, bara gitmeye hakkı vardır. Siz gezmiyor musunuz? Bunların da hakkı var. Onun için İsmet top sakal bırakacak, Bülent saç uzatacak ben de küpe takacağım.” Hoca ona gönderme yapıyor.

Bir de benim şu dikkatimi çekiyor. Hakemler emeklilik zamanları geldi mi artık paşa paşa gitmiyorlar da, sansasyon yaratarak gitmeyi tercih ediyorlar. Bu şekilde gündeme gelip bir yorumculuk kapma uğraşındalar sanki? Bu işi başlatan bence Serdar Çakman oldu. Türkiye Kupası’nda Kocaelispor’la Samsunspor’u 1-0 yenerken küfür yüzünden maçı tatil etti ve bir anda Türkiye’nin gündemine oturdu. Ben o maçta Çakman’ın taraftarı kışkırtmak için elinden geleni yaptığını bizzat gördüm. Sonra destek görmedim diye hakemliği bırakıp ikinci şov yaptı Çakar. Sonra onu televizyonda izlemeye başladık yorumcu olarak. Ali Aydın benzer bir şey yaptı sonra Metin Tokat da….

Sonra ne oldu, şimdi nerede peki Çakman. Şu kadarını söyleyeyim: Serdar Çakman küfürden dolayı maçı tatil ederek hakemliği bırakmadı. Serdar Çakman’ın babası da hakemdi, kendi de hakemdi. Serdar Çakman o güne kadar çok küfür yedi. Yeni mi aklına geldi, taş düştü kafasına. Eğer Serdar Çakman o maçı niye tatil ettiğinin esas sebebini açıklarsa onu alnından öperim ben de iyi biliyorum, o da iyi biliyor. Başkaları da iyi biliyor.

Üç büyüklerden biri bir Anadolu takımıyla oynuyor. Şampiyonluk için hayati bir maç. Golsüz giden maçın son dakikasında bir pozisyon oluyor. Hakem kararsız. Penaltı olup olmadığına emin değil pozisyonun. Ama biliyor ki büyük takımın aleyhine verirse kararı, öbür gün bu hatası çok konuşulacak gazete ve televizyonlarda. Anadolu takımının canını yaksa o kadar ses yükselmeyecek. Bu durumda fifty-fifty’lik bu pozisyon da taktirini büyük takımdan kullanıp “gemisini kurtaran kaptan” demeyecek mi hakem?

Diyen hakem varsa zaten, ondan bir b.k olmaz. Fifty fififty ise, penaltıdan şüphen varsa vermeyeceksin. Kim olursa olsun? Maça çıkıp formalara maç idare edemiyorsan yandın. Yani senin için mavi forma, kırmızı forma olmalı sahada. Şu takım, bu takım değil. Fener’di, Galatasaray’dı dedin mi, yandın. Kıyakçılığın sonu ayakçılıktır. Önce kolunu verirsin, sonra bacağını, sonunda bütün vücudunu isterler. Örnek, şimdi nerede Mutlu Çelik, Bülent Uzun?

Geçenlerde Şansal Büyüka size dedi ki, “Hocam, sen politikaya girsene!” Siz de, “Ben yapamam Şansal, parti başkanı bir şey der kürsüde. Ben de kendimi tutamam çıkıp ‘yok öyle değil, böyle’ derim. Disiplin kuruluna verip atarlar beni partiden.” Benim merak ettiğim Erman Toroğlu öğrencilik ve futbol hayatın da böyle sivri dilli ve çıkıntı mıydı?
(Toroğlu 1992 seçimlerinde, Mersin’de hocası Aydın Güven Gürkan’ın karşısında DYP’den aday oldu. Seçilemeyince Cavit Çağlar’ın davetiyle katıldığı politikayı bıraktı.)

Bunun cevabı çok basit. Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur lafına yüzde yüz inananlardanım. Okuduğum okullarda genelde mümessildim ben. Elebaşıydım aynı zamanda, öyle beyefendi falan da değildim yani. Sistemi iyi götürüyordum. Öğrenciler de benden memnundu. İsyankar tavrım hep vardı ama. Gezerdik tozardık, sabahtan akşama kadar top oynardık. Yıldo, Tansu Polatkan bizim mahallenin çocuklarıydı hep.

Siz ticaret de yaptınız. Bu kadar açık sözlü, dobra olmak ticaret için iyi bir şey değil gibi geliyor bana. Yanardöner olmak lazım değil mi biraz?
(19 sene kabzımallık yaptı Toroğlu. Sonra kendi deyimiyle “başkasının yüzünden vergi kaçakçılığından hüküm yiyince” zaten hiç sevemediği kabzımallık işini bıraktı.)

Aynı fikirde değilim. Ben ticarete çok küçük yaşlarda atıldım. Ticaret açıklardan faydalanma sanatıdır. Ticarette doğru yapacaksınız ama kendi menfaatinizi de kollayacaksınız.

Ticarette başına gelen bazı maceraları paylaşıyor benimle. İlkokulda sattığı Kader Kısmet’ten, sebze meyve halinde başına gelenlere dek uzanıyor. Çıkan sonuç üç aşağı beş yukarı şu: Ticari hayatta kaşınanı kaşımış Erman Toroğlu. İşi bilmeyen ama yine de bilmişlik yapanların parasını almaktan çekinmemiş. Bunu hile olarak görmüyor. “Talep senden gelmişse, ben karışmam. Yanlışsan da, ben senin istediğini yaparım, paramı alırım. Herkes işini bilecek.”

Peki üniversite yılları… (Toroğlu önce Ankara Siyasal, sonra devam zorunluluğu olmadığı için futbola zaman ayırmasına olanak sağlayan Gazi İktisat’da okumuş.)

Türkiye’de iki dönem vardır her gün 30 – 40 kişinin öldüğü. Bir 60’lar,70’ler var, bir de 80’ler. Benim talebelik dönemim ilkine rastlıyor. Üniversitede benim dönemimde kimler yoktu ki. Mustafa Taşar vardı; o ve grubu günde 20-30 kişi döverlerdi. Devlet Bahçeli kavga dövüşe hiç karışmazdı. Bizim ağabeyimiz Onur Kumbaracıbaşı’ydı. Ben de sol görüşlü, entel dantel takımındandım o zaman. Çok arkadaşım öldü sağdan da soldan da. Ben futbol oynadığım için çok karışmadım olaylara.

Sizin çıkışlarınıza eleştiri getiren kesim daha çok sol tandanslı entelektüel kesim?

Getirirler. Sol kesim çok iyi demogoji yaparlar, çok iyi cümleler kurarlar. Eylem yapmazlar, üretmezler. Yapanı da engellerler. Benim fikirlerim var söylerim. Örneğin Irak’la ilgili kararın TBMM’den çıkarılamamasını Türkiye’nin geleceği açısından büyük bir kayıp olarak görüyorum. Sen savaşa girme, tamam, ama Irak’a gir. Söz vermişsin adama, o Irak’a nasıl olsa girecek zaten. Meclisten o kararın çıkmadığı gün ileride PKK’nın bayram günü olacak. O zaman bir tuhaflık var. Benim aleyhime adamın lehineyse demek ki yanlış karar verilmiş. Bunu da söylemek benim hakkım. Ben bu ülkenin vatandaşıyım. Bu ülkeye askerliğimi yapmışım, vergimi ödüyorum. Niye konuşmayacağım. Meclisteki politikacı benden daha iyi mi biliyor. Ben ondan daha iyi biliyorum aksine. Ondan daha iyi tahsil gördüm, daha bilgim görgüm var.

Genelkurmay Başkanı ile ilgili sözleriniz çok tepki aldı mesela. (Erman Toroğlu’nun konuyla ilgili sözleri yazının sonunda bulabilirsiniz!)

Yüzden fazla yazı okudum konuyla ilgili. Birisi de gelip bana bir şey sormadı. Gelip sorsalardı anlatacaktım aslında ne demek istediğimi. RTÜK benden savunma istedi, verdim. RTÜK ceza verseydi eğer bir kanalda konuşacaktım. Ceza gelmedi. Bir gün konuşurum belki.

Ama bugün değil diyorsunuz.

Bugün değil.

Geçenlerde yine ses getirecek bir şey daha söylediniz televizyonda. Ben “Tamam, kıyamet kopacak yine!” dedim ama ses çıkmadı şimdiye kadar. İdama cezasına taraftar olduğunuz söylediniz!

Hala aynı fikirdeyim. İdam kalkmamalı. Niye kalksın. ABD’de Kaliforniya’da günde üç –dört kişi öldürülüyormuş. Adamlar toplanmış karar almış: Kim arabana kafasını sokarsa orada sık! Kim evinin içine girerse sık! Şimdi baba girecek yatak odana o zaman sıkıyorsun. Bir de atlasın, bari öyle sıkayım. Böyle bir şey var mı? Şimdi ben akıl vereceğim. Evde bir resmi tabancan olacak. Bir de pompalı tüfeğin.

Bu durumda siz silahın serbest bırakılması taraftarısınız?

Tabi. Herkese verilsin. Herkeste herkesin silahı olduğu hissi uyansın. Ama silahı gereksiz kullandığında onun anasını ağlat. Silahı ver adama. Sende silah olduğunu bilsin de korksun. Ben de silah var. Taşımıyorum da. Kullanmadım da. On beş sene oldu alalı.

Eşcinselleri de kızdırıyorsunuz sık sık? Benzetmeler, örneklemeler yapıyorsunuz onlarla ilgili. (Erman hoca hormonlu gıdaların insanı homoseksüel yapacağı konusunda bir şeyler söylemişti zamanında. Eşcinseller de karşılığında onu yılın En Homofobik Spor Yorumcusu seçtiler. Konuyla ilgili söyleşi yazının sonunda.)

Erkek erkek gibi olmalı, kadın kadın gibi olmalı. Bence…

Bu hormonla ilgili çıkışlarınız tavuk sektörüne epey bir zarar verdi. Pişman oldunuz mu söylediklerinizden?

Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Bir çilek üreticisi dedi ki bir gün sözleriniz büyük bir maddi zarara uğrattı bizi. Maddi zararmış! İyi valla. Milletin canının, sağlığı yanında maddi zararın lafı mı olur?

Bu kadar etkili olmak, sözlerinizin böylesine yankı bulması sizi korkutmuyor mu hiç?

Korku yok ama dikkatli hareket ediyorsun. Ağzından çıkanı kulağın duyacak. Her şeyi konuşamazsın.

Bazen kendinizi kaptırıyorsunuz ama sanki?

Yine de ben frene basmayı bilirim. (Şansal Büyüka’ya sormak lazım bir de bunun?) Şuna bozuluyorum ama bak. Bir şey hakkında konuşuyorum. Bu konuda nasıl yorum yapıyor, diyorlar. Tavukçulukta oldu, meyve sebzede oldu, Genelkurmay Başkanı’nda oldu. Niye, ben vatandaş değil miyim? Bunu yapmaya kafa yapım da müsait, eğitimim de müsait. Ben Ankara’da iki ihtilal gördüm. Yollar yürümekle aşınmaz dediğinde Demirel, ben lisede talabeydim.

Fazla bilginiz olmadan fikir ürettiğiniz yönünde eleştiriyorlar sizi…

Nereden biliyorlar bilgim olmadığını. Yanılıyorlar. Benim tek hatam var, kitap yazmıyorum. Milletvekilleri kızıyor bazen konuşuyorum diye. Millet meclisi el koyuyordu, düzeltiyorlardı hani sporda anarşiyi. On beş kişi çağırdılar beni, konuştum heyete. Gücünüz yetmez, dedim. En basitinden bir aydır Milli Takım Teknik Direktörü’nün (Ersun Yanal) teşvik primi dağıttığı söyleniliyor. Futbolcuların aldıklarını kabul ettiği söyleniyor. Teknik direktör vatan haini, futbolcular kötü… Peki bu primi kim göndermiş kardeşim, onu çıkarsanıza açığa. Gücünüz yetmez. On beşiniz sokağa çıkamazsınız. Ararlar, çocuğunuzun kaçta servise bindiğini söylerler. Dağıtan, alan tu kaka, gönderene bir şey yok. Sonra İtalya’ya dönersin günün birinde.

Sizi bir günlüğüne Türkiye’nin tüm yetkileri elinde bulunduran siyasi lideri yapsalar ilk değiştirecekleriniz neler olurdu?

Kıyafet kanunu uygulardım. Uymayanı sokağa çıkarmazdım. Başkanlık sistemini getirirdim. Milletvekili adetini, bakanlık sayısını düşürürüm.
Dokunulmazlıkları kaldırırdım. Milletvekilleri dört yıl maaş alırlardı, sonrasında maaş kesilirdi. Bunları yaptığınız zaman çok şeyi kurtarırsınız. Bugün maddi durumu düzeltmek için milletvekili oluyorlar. Ömür boyu maaş alıyor, ömür boyu rahat ediyor. Benden ne farkı var ya, bu adamın.

Kamusal alanda?

Yüzde yüz kapalı alanlarda sigara içmeyi yasaklardım. Zaten medeniysen kapalı alanda sigara içmezsin. İçiliyorsa demek ki medeniyetten uzaksın. Fahri trafik müfettişleri gibi sigara müfettişleri tayin edeceksin. İçenlere ihtar etmeyen müesseselere cezayı keseceksin.

Dolmuşun boyu üç buçuk metre. Otobüs aşağı yukarı iki dolmuş boyunda. Dolmuş yedi sekiz kişi alıyor. Otobüs kaç kişi alıyor? O zaman niye taksi, dolmuş terörü var bu ülkede.

Sonra Cumhurbaşkanını niye meclis seçiyor. Cumhur ne demek, halk demek. Şu andaki meclis düzeni yoldaki insanı yansıtmıyor. Yüzde 28. Yüzde 28 ile benim başıma Cumhurbaşkanı oturtamazsın. Çocuk sakat doğar ya da ölü doğar. Bunu yaşayıp göreceğiz. Başta sorun yokmuş gibi gözükecek belki ama sonra… Niye Cumhurbaşkanını iki ya da üç kademeli seçmeyeyim. İsteyen aday olur. Bir seçim olur, ilk beşe kalanı bir daha oylarsın. Kimsenin itirazı olur mu?

Memleket böyle kurtulur diyorsunuz yani?

Yok. Bugün ordunun kültür ve eğitim seviyesi millet meclisinin üstünde. Sıkıntı oradan doğuyor. Çok net. Önce onu halletsinler. Millet meclisi orduyu, subayları geçsin. O zaman bazı şeyler düzelir.

Geçen ay Aykut Oray’la söyleşi yaptım. Biliyorsunuz hasta Beşiktaşlı kendisi.

Severim Aykut’u.

O da sizi seviyor ama sizin Beşiktaş’a biraz gareziniz olduğuna, Fener’i kayırdığınıza inanıyor. Zaten Beşiktaş taraftarı da tepkili size bu yüzden. Size İnönü’de küfür yağmuruna tutuyorlar?

Taraftar derken, hangi taraftar o; Çarşı. Enterasandır, Fenerliler, Galatasaraylılar da tam tersi Beşiktaş’ı kayırdığımı söylüyorlar.

TEŞVİK PRİMİ

Hocam, teşvik primi bana sakıncalı bir şeymiş gibi gelmiyor hiç?

Teşvik primini alan oyuncu iyi oynuyorsa, o zamana kadar niye iyi oynamıyor. Bir şey daha; teşvik primini verdim. Sen de aldın, oynadın. Dört maç sonra benle oynayacaksın. Bana bunu bir anlatsana. Ligin son maçı benle oynayacaksın. Benim rakibimde de para yok, sana verecek. Vatan millet için aynı mücadeleyi verecek misin sen?

Bana da geldi zamanında teşvik zamanında. Yenemedik alamadık. Ankara’da Fener’le oynuyoruz. Galatasaray’dan teşvik primi geldi. Hem de iyi para geldi. O gün Fener yendi, çanta gitti. Giderken arkasından bööyle baktık. Ondan sonra bir daha geldi. Ben sakattım, bana söylemedi takım arkadaşlarım. Primi duyarım da sakat sakat oynamaya kalkarım diye. Seni satıyorlar anında yani. Prim için sakat sakat oynarım da, onları da yakarım diye düşündüler.

YUSUF TUNAOĞLU’NU TSYD ÖLDÜRDÜ!”

Sizin için gelmiş geçmiş en iyi Türk futbolcusu kimdi?

Bence Beşiktaşlı Yusuf Tunaoğlu’ydu. İnanılmaz bir topçuydu. Kedi yumakla nasıl oynar, topla öyle oynardı. Avrupa’ya gitse dünyaca ünlü olurdu. Zamanında Anderlecht onu almak içn gelmiş ama yaşantısını öğrenince vazgeçip gitmişler. Beraber oynadık, arkadaşımdı. Çok yakışıklı bir çocuktu. Çok düzgün, hani derler ya adam gibi adam, öyleydi. Biz bir maçta kavga ettik on yıl küs kaldık Yusuf’la.

Yusuf Tunaoğlu’nun ölmesine TSYD neden olmuştur. Biz Sabah’ta yazıyorduk o zaman. Spor Yazarları Derneği o dönem futboldan gelenlerin spor yazarı olmasının önünü kesmek için bazı şartlar getirdiler. Masturbasyon yapmak için biraz da. Oysa bırak, herkes yazsın. İyi yazan kalır, yazamıyorsa zamanla tasfiye olur zaten. Ama onlar ekmek paralarını ellerinden alacağımızı düşünüp korktular. Haklı oldukları yerler de vardı ama futboldan gelen adamlar netice de yalnızca yorum yapıyorlardı. Gazeteci olacak adam işin mutfağından gelmek durumundadır. Onların rakibi değildiler yani. Tamam, onlardan iyi para alabilirler, onlardan daha iyi şartlarda çalışabilirler. Neyse, bunlar bizim stada girmemizi engelliyorlar. Yusuf bir gün maça gidiyor, bunu almıyorlar basın tribününe. Bu da kızıp geri dönüyor. Ben, “Yapma, Yusuf bunlar bizi zorluyor, gel uğraşalım,” dedim. Gururlu çocuk, mücadeleyi de sevmiyor, “Ben uğraşamam bunlarla, inemem onların seviyesine” dedi, küsüp gitti. Ben de gittim Ankara’dan parasını bastırıp Şeref Trübününe giriş kartı aldım, ordan seyrediyorum. Yusuf bir daha gelmedi. Yusuf bir gün berberine gittiğinde diyor ki, benim kolum ağrıyor, göğsüm ağrıyor. Yusuf Abi sen de kalp falan olmasın, diyorlar. Kuyruğu düşürmüyor, bir sürü doktor tanıdığı var gidip gösterse çıkacak ne arıza varsa. O aralar parasızlık da çekiyor. Gazeteden aldığı para ile geçinirken, o para da kesilince iyice maddi sıkıntıya giriyor. O zamanki spor yazarları kına yaksınlar Tuna’yı öldürdükleri için. Bunu da ilk defa söylüyorum.

Seyrettiğiniz en iyi takım hangisiydi?

Çok takım seyrettim. Cruyff’un oynadığı Ajax kadar iyisini görmedim. Bugün bile öyle bir takım yok. Bizim o zamanki hocamız Ziya Taner (Ercan Taner’in babası ) derdi ki bu Ajax 2000 yılının futbolunu oynuyor. Cruyff benim için Maradona’dan sonra gelmiş geçmiş en iyi ikinci futbolcudur. Açık arayla hem de…Pele de iyi ama santrafor oynuyor. Yanında Garincha gibi bir adam var. Arkasında, solunda çok iyi futbolcular var. Beckenbaur diyorlar. Söylenildiği kadar iyi değildi. Ajax’ta Blankenburg diye Alman bir libero vardı, bence Beckenbaur’dan iyiydi.

Erman Toroğlu Klasikleri

Erman Toroğlu’nun Genelkurmayla ilgili sözleri

“Ben Erman Toroğlu olarak değil bir Türk vatandaşı olarak konuşuyorum ve şunu istiyorum. Ben, Genelkurmay Başkanı’nı asker isterim abi. Askerin manası bende farklıdır. Sayın Hilmi Özkök Paşa ayrıldı, onun için diyorlar ki, çok demokratik, çok beyefendi, çok efendi. Tamam öyle olsun. Ama ben çok demokratik bir Genelkurmay Başkanı istemiyorum abi. Siyasiysen, çok anlayışlı, çok demokratik, çok esnek olabilirsin. Ama benim genelkurmay başkanım yumruğunu masaya vuracak abi. Ben asker genelkurmay başkanı istiyorum, çok anlayışlı, çok beyefendi, çok demokratik genelkurmay başkanı istemiyorum abi. Bilmiyorum mesajı verebiliyor muyum?”

“… Öyle sivil toplum örgütleri, yok çok içeri girdin, çok dışarı çıktın…
Ben girerim abi, ben çıkarım abi. Ben askerim abi. Sokaktaki insan da asker gibi adam istiyor abi. Yumruğunu koyacak, ‘Ben bunu yapıyorum lan’ diyecek asker istiyor. Benim askerim yumuşak inişe geçmeyecek. Benim askerim kodu mu oturtacak, vurdu mu oturtacak. Sonra görüyorum, ‘Vatan sağolsun, millet sağolsun…’ Adamın gencecik çocuğu gidiyor. Bir tanesinin çocuğu gitse ne olur be? Vatan sağolsun da, çocuklar burada işte. Bunlar yarı ölü.
Bunların hayalleri de ölüyor. Yok, demokratikmiş genelkurmay başkanı! Hadi yaa! Demokratik olmasın abi genelkurmay başkanı, kusura bakmayın. Herhalde anlattım anlatabileceğimi, bir kademe daha gidersem olmayacak.”

PASTIRMA

Erman Toroğlu: Kayserililer, pastırma gibi takımlarınız var. Pastırmayı satıp alıyorsunuz paraları, takımınızı da destekleyin ya.

Şansal Büyüka: Yiyor musun hocam pastırmayı?

ET: Yemez miyim, bayılırım ya.

ŞB: Sabah kahvaltısında da yersin.

ET: Pastırmayı yaparken içine biraz su koyacaksın.

ŞB: onu da mı biliyorsun hocam ya?

ET: Yalnız, pastırma yiyince bir kötülüğü var hocam.

ŞB: Orayı söyleme.

ET: Tuvaletler pastırma kokuyor, iki gün perişan oluyorsun.

ŞB: Bu kokuya bir çare yok mu ya?

ET: Hocam, 44 milyon kilosu. Ben o pastırmayı yiyeyim, tuvalete girince de havamı atayım, “Vay adam pastırma yemiş” desinler, anlıyor musun? etraf şöyle bir koksun hocam. 44 milyon kilo, sen neden bahsediyorsun? adam havasını atsın iki-üç gün ya, şöyle bol bol gitsin etrafa; kalabalık yerlere gitsin tuvalete falan.

ŞB: Hocam, tuvalete gitmene gerek yok, ağzından burnundan zaten fışkırıyor; terlersen fışkırıyor.

ET: Ama tuvalette tam teşekküllü veriyor kokuyu.

ŞB: (gülüyor)

ET:
Konuşturuyorsunuz akşam akşam, geçelim hocam

Jet Ski

ET: Şansal sen hiç skiye bindin mi, jet skiye? Valla, ben hayatımda binmedim de, adam malı götürmüş hocam. Biz laiklik maiklik, tek eşlilik bağırıp duralım adam oh valla 3-4 tane eş skilere biniyor. Bazen düşünmüyor değilim, hata yapıyoruz biz, cemaate falan girmek lazım. Baksana hocam di mi?

ŞB: Hocam, pozisyonlara geçelim artık.

ET: Asıl hocanın pozisyonlara bakmak lazım hocam ne pozisyonlar vardı orada neler. Ama binicem ben de skiye bu yaz. Skiye binicem ben de.

Çocuk ve gol

“Hocam, her gün seks yaparsan çocuk olmuyor… Kadının yumurtlaması lazım! İşte gol olması için de ona göre adam oynatacaksın!”

Ümit Karan

Ümit Karan’ın üç gol attığı Galatasaray-Malatyaspor maçındanh sonra Erman Hoca Ümit Karan’a sorar:

“Yarın evleniyor. Bütün golleri bu geceye mi sığdırdı, yarın geceye bir şey saklamadı mı?”

Hormon adama ne yapmaz!

Ali Kırca: Efendim, şimdi siz ekrandan maçı seyrederken hemen 5 sn. içinde pozisyonun ofsayt olup olmadığını anlıyorsunuz ama sebzelerde bunu anlayabilir misiniz peki?
ET : Anlarım.
AK: Nasıl yani, nasıl anlarsınız?
ET: Eğer çok düzgünse yani bir sebze ne kadar muntazamsa o zaman o genetik ya da bana göre hormonlu sebzedir. Şimdi bakınız hormon iyi bir sey değildir ve her şeyi değiştirir. Şimdi bana hormon verirseniz ne olur bana?
AK: Ne olur, efendim?
ET: Ben homoseksüel olurum. Tabi öyle, inanın yani. Ben kesinlikle karşıyım bu genetik sebze olayına.

Tombala

ET: Şimdi arkadaş bu Van Hooijdonk’un görüntüleri Nouma ile bir tutulmaz. Nouma elini içeri soktu 1. cinko 2. cinko ve tombalayı cekti, Van Hooijdonk sadece üstten taşları yokladı yerlerinde mi diye. Zaten bu zenciler o bölgeyi çok kurcalıyolar nedense.

Anan var midur?

ET: Şimdi Şansal ben senin ananı… Seviyorum desem
ŞB: Aman hocam karıştırmayalım şimdi.
ET: Yok, dedim, dedim. Şansal ben senin ananı… Seviyorum diye tezahürat yapsam olur mu?
ET: Olmaz, hocam, tamam kapatalım bu konuyu, eveeet uğur öbür pozisyona geç hemen.

Ne geçiyor?

ET: Bu adam bizle şey geçiyor da söylemeyeyim şimdi, bir şey geçiyor da..

ŞB: dalga geçiyor de hocam, dalga de!..
ET: İşte bir şey geçiyor da, dalga geçiyor diyelim!…

Sadrazam

ET:Yahu sen kimsin yahu. Sadrazamın sol şey çocuğu musun, yahu? Allah Allah.
ŞB: Aman hocam aman, canlı yayındayız.

Ters Yollara Sapma!

Yirmi beş dakika “Şenol senin anneni…” diyorlar. Normal temas da kurmuyorlar Şenol’un annesiyle. Tersten söylüyorlar. Normal yoldan hani girseler temasa diyeceğiz ki… Şenol’un annesine en az yirmi beş dakika “seni anneni bilmem neresinden bilmem ne yapalım” diye küfür ettiler. Ben de diyorum ki Beşiktaş seyircisine; “Beşiktaş seyircisi Şenol’un annesini lütfen normal yollardan götürün, ters yollardan götürmeyin, lütfen.

 

Beşiktaşlılar Erman Toroğlu’nu neden pek sevmiyor?

Nisan 7, 2008

aykut oray

Aykut Oray’ın nasıl bir Beşiktaşlı olduğunu herkes bilir. İşte ona Beşiktaş’la ilgi sorduğumuz birkaç soruya aldığımız yanıtlar.

Read more

 

Serhat Gülpınar: Her görevin adamı

Nisan 1, 2008

serhat gülpınar
Ankaragücü’nün altyapısından yetişti. ASAŞ, Karabükspor, Konyaspor derken Denizlispor’da altıncı sezonunu geçiriyor. Her iki ayağını da kullanabilen, toplara iyi vuran ve çok koşan bir oyuncu. Bu özellikleri onu sahanın her bölgesinde kullanılabilen bir joker haline getiriyor. Zaten orta sahanın her noktasında forma giydiği gibi, santrfor oynadığı maçların bile bulunması, onun bu özelliğinin en açık kanıtı.

Read more
 

Yusuf Şimşek: “Fenerbahçe şampiyon olur!”

Mart 24, 2008

 Yusuf Şimşek (Denizlispor)

Giderek makine düzeninde oynanan futbola özel yetenekleriyle keyif katan ustalardan birisi o. Özel yaşamındaki iniş-çıkışlar nedeniyle Fenerbahçe’de ayağına gelen fırsatı tepse de Denizlispor’da ikinci baharını yaşıyor. Öyle ki, Milli Takım şansını bile 32 yaşında yeşil-siyahlı formayla buldu. Performansındaki yükselişi evlenip çoluk-çocuk sahibi olmasının yanında sahada serbest bırakılmasına ve yeteneklerini sergileme fırsatı bulmasına bağlıyor.

Read more

 

Barış Özbek: “Türk futbolcusunun ne yapacağı belli olmuyor.”

Mart 17, 2008

 galatasaraylı barış özbek

Galatasaray’ın yeni gurbetçilerinden. Barış Özbek Henüz 21 yaşında ve Almanya Ümit Milli Takımı’nda oynuyor. Kendisini Almanya’da yarım sezon boyunca izleyip transferini gerçekleştiren Feldkamp’ın gözüne kısa sürede girdi. Futbolun iki yönlü oynanması gerektiğine inanıyor ve özelliklerini “Hem defansta hem de ofansta görev alabiliyorum. Top rakipteyken agresif olmaya ve top çalmaya bayılıyorum. Ama top bendeyken özelliğim değişiyor. Teknik futbolcu olmayı, topu alınca oynamayı seviyorum” sözleriyle anlatıyor.

Read more

 

Serkan Atak: “Frikik kullanmayı Mehmet Scholl’dan öğrendim”

Mart 2, 2008

oftaşsporlu futbolcuserkan atak

Talihsiz başlayan Türkiye macerasını Gençlerbirliği OFTAŞ Spor’da bir başarı hikâyesine dönüştürdü. Sezon başında Ankara TSYD Kupası’nda Gençlerbirliği’ne attığı üç golle dikkatleri üzerine çekti. Takımının ligdeki çıkışında da büyük payı var. Aslında bu performansı sürpriz sayılmamalı. Çünkü altyapı eğitimini Bayern Münih’te almış ve 17 yaşında A takım kadrosuna yükselmiş bir oyuncudan söz ediyoruz.

Read more

 

Kayserisporlu Toledo: “Kaybetmekten hoşlanmam!”

Şubat 29, 2008

Delio Cesar Toledo

İtalya, İspanya, Arjantin hattında dolaşmış bir Paraguaylı: Delio Cesar Toledo. 2006 Dünya Kupası’ndan önce verdiği sözü tutup Kayserispor’a gelmiş. 15 yaşındayken, inşaat ustası babasının yanında gündüzleri amelelik yapmış, akşamları futbol oynamış, geceleri de okula gitmiş. Kaybetmekten nefret edecek kadar hırslı. Kayseri tercihinde farklı bir ülkede yaşama isteği önemli rol oynamış. Futbolu da burada bırakmak istiyor. Tek problemi, İspanya’da yaşayan eşinden ve dört çocuğundan ayrı olmak.

Röportaj: Barış Tarık Mutlu

Read more

 

Türkiyemspor’un elçisi bir Almanmış: Harald Aumeier

Şubat 20, 2008

harald Aumeier, Türkiyemspor TemsilcisiTürkiyemspor’un Türkiye’de yaşayan temsilcisi Alman vatandaşı Harald Aumeier (38), Türkiye ve Almanya arasında bir kültür köprüsü kurmak istiyor. Aumeier’in amacı; Türkiye’nin üç büyük kulübü Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’tan Türkiyemspor’a destek sağlamak.

Röportaj: Emre KULCANAY

Read more

 

De Nigris: “Hugo Sanchez’den çok şey öğrendim”

Şubat 20, 2008

 

Antonio de NigrisGaziantepspor formasıyla attığı klas goller onu futbol gündemimize oturttu. Devre arasında ise sürpriz bir biçimde Ankaraspor’a transfer oldu. Aslında o bir futbol gezgini. Ülkesinde başlayan futbol kariyerini ABD, İspanya, Kolombiya ve Brezilya’nın değişik takımlarında forma giyerek zenginleştirdi. Onu ilginç kılan özelliklerinden birisi, başlangıçta Amerikan futbolu ve tenis oynaması. Üstelik ülkesinde şampiyonluk kazanacak ve Meksika’yı Davis Cup’ta temsil edecek kadar usta bir tenisçi. İki erkek kardeşinden biri Meksika 1. Ligi’nde futbol oynarken, diğeri de ülkesinin önemli pop starlarından biri.

Röportaj: Barış Tarık Mutlu Read more Maçlar:

Nisan 27, 2008

cem top

Ligde 31 hafta boyunca süren kıyasıya bir mücadeleden sonra iki dev ekip, Türk futbolunun bayram günlerinden birini daha yaşamak ve yaşatmak için İstanbul Ali Sami Yen Stadında buluştular. Şampiyonun belli olmasına sayılı dakikalar kala Galatasaray ile Fenerbahçe arasındaki ezeli ve ebedi rekabet nefes nefese bir 100 metre finaline dönmüş, 70’er puanlı iki takımdan kazananın şampiyonluk kupasını bir kulpundan yakalayacağı bir futbol iklimine girilmişti.

Read more

 

Cem Top: Fener uzatmada vuruldu

Nisan 13, 2008

cem top

Şampiyonluk yolunda kalan maçların hepsi Fenerbahçe için ayrı bir final gibi. Bu bilinçle Ankaraspor karşısına çıkan Zico’nun talebeleri maça fırtına gibi bir giriş yaptılar.

Henüz ikinci dakikada soldan Vederson’un getirerek kaleye vurduğu top üst direkten auta gitmese belki Fenerbahçe için her şey çok daha kolay olacaktı. İlk on dakikada sağlı sollu ataklarla mavi-beyazlı kaleye akan Fenerbahçe, maçın yedinci dakikasında kaptan Alex’in vuruşuyla skor üstünlüğünü ele geçirdi. Golden sonra sarı-lacivertli takımın rahat bir galibiyet alacağını düşünenler yanıldılar. İlerleyen dakikalarda Ankaraspor’un önce oyunu dengelediğini ardından da Fenerbahçe kalesinde tehlikeler yaratmaya başladığını gördük.

Hatırlayacaksınız, Fenerbahçe’nin 3 gollü galibiyet aldığı Kasımpaşa maçı sonrası “Fenerbahçe’nin sistemi çözülüyor mu?” başlıklı bir yazı yazmış ve 4-3-2-1 sisteminin Fenerbahçe’nin uyguladığı çift ön libero ve tek santrforlu taktiğe karşı ciddi bir alternatif oluşturmaya başladığını yazmıştık. Ankaraspor-Fenerbahçe maçı da bu tezimizi güçlendiren bir karşılaşma oldu. Artık hepimizin aşina olduğu 4-4-1-1 sistemini bozmayan Zico bu taktik düşünceyi şu 11 ile uygulamaya koydu: Kalede Serdar, defans dörtlüsünde Gökhan, Edu, Lugano, Vederson orta alanın sağında Kazım, solunda Deivid göbekte Aurelio ve Maldonado, tek santrfor Semih’in arkasında Alex. Fenerbahçe’ye ciddi anlamda problem çıkaran 4-3-2-1 dizilişine sahip Ankaraspor ise kalede Senecky, defans bloğunda Risp, Emre, Tayfun, Erhan göbekteki üçlü Hamilton, Adem, Hürriyet serbest oynayan kanat oyuncularından De Nigris solda, Tita sağda en uçta ise Mehmet Yılmaz tertibiyle sahaya yayıldı. Ankaraspor teknik direktörü Saffet Susiç orta sahanın ortasında kurduğu üçlü bloktan Hürriyet’i Alex ile eşleyerek bu oyuncunun performansını düşürmek istedi ki, bunda kayda değer ölçüde başarı sağladı. Fenerbahçe’de özellikle Beşiktaş maçı sonrası parlayan Colin Kazım’a yer açmak için Deivid’i sola kaydıran Zico, sağ ayaklı bu oyuncunun devamlı içeri kat ederek oynaması sonucu sol kanatta Vederson’un yalnız kalmasına sebep oldu. Nitekim 31.dakikada Tita’nın Fenerbahçe sol kanadından taşıdığı top Hamilton’un vuruşuyla ağları buldu ve maça eşitlik geldi. Golden sonra ilk yarının kalan dakikaları karşılıklı akınlarla geçti. Alex’i devreye sokmakta zorlanan sarı-lacivertliler, Deivid ve Kazım’ın katkılarıyla rakip kaleye gitmeye çalışırlarken Ankaraspor devamlı surette kendi sağ kanadından Tita ile pozisyon yakalamaya çalıştı. Bu noktada Mehmet Yılmaz’a sıkı markaj uygulayan Lugano’nun takımı adına oldukça faydalı bir oyun oynadığını söyleyebiliriz. De Nigris’in sol kanada yakın oynatılması bu futbolcunun gol yollarındaki etkinliğini büyük ölçüde kısıtladı. Her ne kadar Tita ve De Nigris’e Saffet Susiç tarafından oyun serbestisi tanınmış olsa da bu oyuncular Fenerbahçe’nin kanatlardaki gücünü bildiklerinden yerlerini terk etmeden oynadılar.

İkinci yarı, ilk 45 dakikanın kopyası şeklinde başladı. Bir an evvel gol bulmak amacıyla bu yarıya da hızlı başlayan Fenerbahçe, tam bu hızını kaybetmek üzereyken 58’de Vederson’un ayağından ilginç bir gol buldu. Golden sonra hocalar arasında deyim yerindeyse bir satranç maçı başladı. İlk hamleyi yapan Zico 68’de Kazım-Uğur değişikliğiyle Deivid’i sağ kanada aldı ve sol kanadındaki gediği kapattı.

Bu değişikliğe Saffet Susiç’in cevabı oldukça cesur bir hamleyle 4-1-3-2’ye dönmek oldu. Bu dakikada orta sahadan Hamilton ve Hürriyet’i dışarı alan Susiç, Murat Tosun ve Neca’yı sahaya sürdü. Böylelikle Ankaraspor defansı önünde Adem’i tek bırakmış, De Nigris’i ileri uçtaki Mehmet Yılmaz’ın yanına göndermiş ve bu iki futbolcunun arkasına Neca, Murat ve Tita’dan oluşan bir üçlü yerleştirmiş oldu. Sonraki dakikalarda Ankaraspor sakatlanan Tita’yı değiştirmek zorunda kalınca o bölgeye Erhan Albayrak’ı sürüp sol beke Orhan Ak’ı aldı. Zico ise 80’de Semih-Kezman değişikliğine gitti.

Maçın iki kırılma anı 70. ve 88.dakikalarda yaşandı. 70’te Tita’nın pasında ceza sahası içinde topla buluşan Adem’in vuruşunda top direkten geri gelince Ankaraspor, beraberlik fırsatını da tepmiş oldu. 88.dakikada ceza sahasında Risp’in eliyle temas eden topu hakem Halis Özkahya penaltı olarak değerlendirdi. Nedense Alex De Souza sahadayken bu penaltıyı Kezman kullandı ve topu dışarı attı. Maç sonu dönüp baktığımızda Fenerbahçe’nin puan kaybında bu tercihin önemli derecede rol oynadığını görüyoruz.

Maçın son saniyeleri ise çok ilginç bir gole sahne oldu. Kayserispor önünde resmi olarak tabelada gösterilen sürenin tamamlanmasından sonra gol bulan sarı-lacivertliler bu kez aynı tip bir golü Ankaraspor’dan yedi. O tarihte Semih’in attığı golü “gayet normal” olarak nitelendiren Fenerbahçe’lilerin Mehmet Yılmaz’ın ayağından gelen gole fazla itiraz etmeyeceklerini düşünüyorum. Netice itibariyle Fenerbahçe Ankara’da iki puan kaybetti ama ligin seyri değişmedi. Şampiyonu Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin sonucu belirler.

 

Levent Özgün: Hafta sonu hangi ligin maçlarını izlemeli?

Nisan 9, 2008

levent özgün

Bana göre hafta sonu için yapılacak en güzel plan o haftanın futbol programını alıp televizyon başında bir o maça bir bu maça zaplayıp durmaktır. Teoride ne kadar güzel bir plan olsa da pratikte uygulamak bir o kadar zor.

Read more

 

Cem Top: Chelsea buysa biz yokuz!

Nisan 9, 2008

cem top

Fenerbahçe’nin İngiliz devi Chelsea’yi Şükrü Saraçoğlu Stadında şoka sokan 2-1’lik galibiyetinden 6 gün sonra taraflar bu kez kozlarını Stamford Bridge’de paylaşmak üzere bir araya geldiler.

İstanbul’da ne Avram Grant’ın ne de futbolcularının anlamadığı bir şekilde sarı-lacivertli temsilcimize mağlup olan Maviler’in evlerinde çok daha iddialı oldukları biliniyordu. Zaten İngiliz takımlarının genel futbol karakteri sahalarında rakiplerini bunaltan bir baskıyı zaman zaman kurabilmelerinde yatıyordu. Fenerbahçe önünde de defansı hataya zorlayan bu baskıyı deneyeceklerinden sanıyorum futbola kafa yoran kimsenin şüphesi yoktu. Bu sezon Şampiyonlar Liginde mücadele eden bir diğer takımımız Beşiktaş, Anfield Road’da bu baskıya karşı koyamamış ve ilk yarısını 2-0 mağlup kapattığı maçın ikinci yarısında 6 gol daha yiyerek hepimizi üzmüştü. Ancak bu noktadaki fark Beşiktaş’ın bu sezon pek çok yazımıza konu olan yapısal sorunlarına karşın Fenerbahçe’nin çok daha dengeli bir kadroya sahip olmasıydı. Her şeyden önce kemikleşmiş bir taktiksel anlayışa sahip olan sarı-lacivertliler, bu sisteme %100’e yakın uyum sağlayan 11 kişilik oyuncu kadrosunu da ortaya çıkarmayı başarmış bir ekipti.

Rakip Chelsea ise deplasman taktiği olan 4-3-2-1 ile İstanbul’a gelmiş ve objektif olmak gerekirse maçın ilk 60 dakikasında Fenerbahçe’ye top yapma imkanı tanımamıştı. İlk maçın kilit oyuncularından Drogba’ya Lugano tarafından uygulanan etkili markaj 60.dakikadan sonra İngiliz temsilcisinin topu Fenerbahçe yarı alanında tutmasına engel olmuş ve sarı-lacivertliler Zico’nun hamlesiyle kanatlara monte edilen Deivid-Kazım ikilisini kullanarak sonuca gitmişlerdi. İngiliz takımlarının birçoğunda gördüğümüz üzere Chelsea’nin de iki temel taktik stratejisi mevcuttu. Deplasman taktiği olarak adlandırılan fakat maçların zorluk derecesine göre tercih edilen “defansif 4-3-3” yada “4-3-2-1” taktiğinden başka, mavilerin kullandığı bir diğer taktik de klasik 4-4-2 dizilişiydi. Bu anlayışa göre Chelsea’nin elindeki birbirinden değerli merkezi orta saha oyuncularından ikisi göbekte kullanılıyor ve bu sayede Drogba’nın yükünü hafifletecek ekstra bir santrfora da yer açılmış oluyordu.

Esasen Chelsea’nin maç başında tercih edeceği taktik varyasyon aynı zamanda Fenerbahçe’ye hangi gözle baktığını da belli edecekti. İngiliz devi ya tek santrforla maça temkinli başlayacak ya da bir an önce sonuca gitmek üzere çift santrfora kanatlardan bolca top indirmeyi deneyecekti. İlk maçta Drogba’ya çok fazla pozisyon vermeyen Fenerbahçe defansı, kanatlarda J.Cole ve Malouda’nın yollarını da tıkamayı başarınca 60 dakika baskı yemesine rağmen gayet güzel direnebilmişti. Fakat tipik İngiliz futboluna karşı Fenerbahçe’nin aynı direnci gösterip gösteremeyeceğini açıkçası hepimiz merak ediyorduk.

Chelsea ilk maçtaki gibi bir oyun hakimiyeti kurarsa bu kez beklerini de hücuma göndererek bindirmelerle sonuca gidebilirdi. Bu her ne kadar sarı-lacivertliler açısından ciddi bir tehdit ise de aynı zamanda çok değerli kontratak fırsatları demekti. Bu bakımdan Fenerbahçe’de Alex kilit oyuncu olarak öne çıkıyor bahsettiğimiz yan topa dayalı taktik anlayıştan dolayı bir başka önemli oyuncu da kaleci Volkan oluyordu.

Alman hakem Herbert Fandel’in başlama düdüğü Chelsea’nin defansif kaygıları elden bırakmadığını ve 4-3-2-1 dizilişiyle beşli bir orta saha kurgusuna sarıldığını görmemizi sağladı. İlk maçtaki oyun yapısını koruyan İngiliz ekibi Malouda’nın yerine daha süratli ve içeri kat edebilen Kalou’yu sahaya sürmüş ve orta sahanın ortasındaki üç oyunculuk bloğu Makalele, Lampard ve Ballack’tan kurmuştu. Joe Cole ve Drogba da bilindik görevlerindeydiler.

İlk dakikalarda beklenen Chelsea baskısı tahmin edildiği şekilde gerçekleşti. Sağ kanattan Essien-Joe Cole soldan A.Cole-Kalou ikilileriyle Fenerbahçe kalesine yüklenen Chelsea, kazandığı ilk duran topta Ballack’ın kafasından üstünlük sayısını buldu. Devamında belki tüm İngiliz taraftarlar Maviler’in oyunu domine ederek kısa sürede farka gideceğini düşünseler de 8.dakikada Joe Cole’un serseri topu direkten döndükten sonra Fenerbahçe oyunu soğutmayı başardı. Bu dakikalardan başlayarak Maldonado, Aurelio, Alex ve Deivid Fenerbahçe’nin o bilinen kısa paslı oyununu gayet soğukkanlı biçimde sahaya yansıtarak Chelsea’nin hücum hevesini kırdı. Kalabalık orta sahalar içinde her iki takımın da oyun kurmakta zorluk çektiğini gördük. Belki Fenerbahçe 30.dakikaya kadar ciddi bir gol pozisyonu üretemedi ama kendi ceza sahası ön bölgesinden başlayarak kademeli bir savunma anlayışıyla rakibine de gol fırsatı tanımadı.

Maçın ikinci yarısı aslında Chelsea’nin neden uzun zamandır hedeflediği Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu’na uzanamadığının da bir göstergesi gibiydi. Maç 1-0 olmasına ve Fenerbahçe’nin bulacağı bir golün Chelsea’nin elenmesi anlamına gelmesine rağmen geride çok adamla kapanmayı seçen Avram Grant, büyük değil küçük düşünen taraftı.

Fenerbahçe ligde de bu tip maçlar oynuyor ve tüm spor basını rakipler geriye yaslanıp defansif değişiklikler yapınca (doğru bir tespitle) yenilgiyi hak ettiklerini yazıyor. İki noktadan tek bir doğru geçtiğine göre Türkiye ile İngiltere arasındaki doğruyu saptırmanın bir anlamı yok. İki transfer daha yapsa değeri yarım milyar Euro’ya ulaşacak olan Chelsea, ikinci 45 dakikada topuyla tüfeğiyle kendi yarı sahasına yığılarak Kanije savunmasından örnekler sundu. Aslında “Çanakkale geçilmez” yazmak var ama analiz hamaset eksenine kaymasın. 60.dakikada Zico, Maldonado-Kezman hamlesini yapmak zorundaydı ve yaptı. Chelsea’nin ikinci yarıdaki tehlikeli atakları da ancak bu noktadan sonra geldi.

Burada bir parantez açmak gerekirse Maldonado Fenerbahçe’nin tempo yapması gereken ve zorlu rakiplerle oynadığı maçlarda sarı-lacivertlilere çok büyük fayda sağlayabilecek bir oyuncu değil. Bilhassa Avrupa’da büyük aşama yaptığı bu sezon Fenerbahçe’nin ihtiyacı olan oyuncu Appiah’tı ama bu futbolcudan yararlanmak kısmet olmadı. Netice itibariyle Chelsea Fenerbahçe’nin gol için yüklendiği 87.dakikada Lampard ile tura uzandı ama şahsi kanaatim Chelsea’nin Şampiyonlar Liginde Avram Grant’ın da Chelsea’nin başında uzun ömürlü olmayacağı yönünde. Diğer eşleşmenin galibi Liverpool ile Chelsea’nin mücedelesini herkes gibi ben de ilgiyle izleyeceğim. Bakalım kimi otoritelerin savunduğu gibi kuru kabalığa varan takım savunması Maviler’e finali getirebilecek mi?

Bu sezon gösterdiği performansla yüzümüzü güldüren Fenerbahçe’yi can-ı gönülden kutluyorum!

 

Cem Top: Fenerbahçe-Kayserispor maçına bir Chelsea’li yorumu

Nisan 6, 2008

cem top
1997-1999 yılları arasında İngiltere Spor Bakanlığı yapmış ve Roman Abramovich’in Chelsea kulübünü satın almaya niyetlendiği sırada hakkında soruşturma açılmasını isteyecek kadar koyu bir Chelsea taraftarı olan Tony Banks, kulüplerin hakemlerle ilgili şikâyetlerine zamanında şu ilginç yorumu getirmiş: “Hakeme saldıramazsınız. O, oyun ve kaos arasında duran kişidir.”

Fenerbahçe-Kayserispor maçını izledikten sonra aklıma ister istemez bu futbol aşığı politikacı geldi. Bu durumda son günlerde futbola aşina herkesin Chelsea ile yatıp Chelsea ile kalkmasının rolü var mıdır bilinmez ancak maçın orta hakemi Hakan Sivriservi’nin de maç içinde gösterdiği yönetimle sorgulanmayı hak ettiği bir gerçek. Sivriservi, maç içinde gerek faul standardı, gerek kart uygulamaları gerekse de inisiyatif kullanımı ile kafalarda pek çok soru işareti bıraktı.

Fenerbahçe’nin evinde Kayserispor’u 2-1 mağlup ederek, şampiyonluk yolunda çok önemli bir engeli kayıpsız geçmesi şüphesiz ki, sarı-lacivertliler adına sevindirici bir gelişme fakat Hakan Sivriservi’nin bu yönetimi hafta boyu yapılacak tartışmalara da yeni bir rota çizecek gibi görünüyor. Anlayacağınız yine hakemin maçtan önce tartışılacağı sancılı bir süreç başlıyor. Tony Banks’in düşüncelerine farklı bir yorum getirmek istersek, hakemlerin oyun ve kaos arasında dik durmayı o veya bu sebepten başaramadığı durumlarda kılıçlar maalesef kelle almak için bileniyor. Sebebi basit, dik duramayıp kaostan yana eğilen hakemler giderek endüstrileşen ve milyar dolarları yutma aşamasına gelen mücadelenin seyrine direkt etki ediyorlar. Tıpkı Fenerbahçe-Kayserispor karşılaşmasında olduğu gibi…

Maçın bitiş düdüğüyle birlikte hafta içi izleyeceğimiz futbol programlarında herkesin bir ağızdan konuşup farklı şeyler söyleyeceği o kakofonik ve kaotik ambiyansı görür gibi oldum. En çok bağıranın en çok sözünü geçirdiği ve artık durum komedisi gibi eğlencelik muamelesi gören bu yayınlarda, bir hafta boyu takım elbiseli adamların spotlar altında kan ter içinde kulüpleri haklı çıkarma, geçmiş haftaları hatta yılları eşeleme ve hakemleri deşeleme operasyonlarına tanıklık edeceğiz. Elbette ki, bu tartışmaların odak noktası da Hakan Sivriservi olacak. Hatta siz değerli okurlar için bu tartışmalara ısınma turu mahiyetinde ulusal basından kendisi hakkında seçtiğimiz birkaç haber başlığını bile verebiliriz.

3 Şubat 2006 tarihinde ulusal bir basın organının attığı başlık şöyle: Sivriservi yandı! Alt metinde yer alan ifadeleri bugünkü durumla harmanlayıp hemen bir komplo teorisi üretmek mümkün: “Erciyes-Fenerbahçe maçında Luciano’nun topu elle kesmesini görmeyen hakem Hakan Sivriservi’ye 6 hafta ceza gündemde.”

O da ne, alın başka bir haber: “Kendi sahasında Denizlispor ile 2-2 berabere kalan Konyaspor’da, maçın hakemi Hakan Sivriservi’ye öfke sürüyor.” Futbol Şube Sorumlusu Hasan Dağlı, Denizlispor maçında iyi futbol oynadıklarını belirterek, “Ben maçın ikinci yarısına Hakan Sivriservi’nin Denizlispor’a puan çıkarma amaçlı sahaya çıktığını düşünüyorum. Biz 3 gol dahi atsaydık hakemin maçın berabere bitmesi için elinden geleni yapacağına inanıyorum.” Ve Samsunspor’un demirbaş futbolcularından Celil Sağır’ın 20 Şubat’ta verdiği beyanat: “İsmet Arzuman, Hakan Sivriservi gibiler olduğu sürece Türk hakemleri bir yerlere gelemez.”

Yazının bu kısmı Fenerbahçelileri kızdıracak gibi mi ne? Durun o halde zamanda geriye doğru biraz daha yolculuk yapalım ve 19 Şubat 2005 tarihine gidelim. Bu tarihte oynanan Galatasaray-Sakaryaspor maçını sarı-kırmızılılar Hakan Şükür’ün penaltıdan attığı golle 1-0 kazanır. Ertesi gün Erman Hoca’nın kaleminden adeta kan damlar. İşte yazdıkları: “Bir hakem var; soyadı Sivriservi. Hakikaten Allah boy vermiş, almış koyvermiş. Düdüğü çaldıktan sonra hazır olda heykel gibi çok iyi durup, 10 dakika işaret veriyor. Mübarek, sanki trafik polisi… Dakika 60: Ayhan’ın bir sarı kartı var, 1 nolu yardımcının yanında rakibini kol-bacak ne varsa çekiyor, indiriyor. Çok net bir sarı, yani ikinci sarıdan kırmızı. Kendi net gördü, yüreği yetmedi. 90 dakikanın bitiminde Sakarya 1-0 mağlup. O gol de tartışmalı penaltıdan.”

Tüm bu yazdıklarımdan tatmin olmayanlar için elbette ki daha derinlere inilebilir. Hatta Sivriservi’nin çocukluk yıllarında yaptığı mahalle maçları analiz edilerek, hangi kulübümüzün formasını sırtına geçirdiği bile saptanabilir. Ama bununla beraber tüm bu göz önüne sermeye çalıştıklarım, gerçeğin kendisini değiştirmez. Nedir o gerçek? O gerçek şu; maalesef Türkiye son dönemlerde üst düzey hakem yetiştiremiyor. Ve futbolsever böylesine heyecan dozu yüksek bir lige ilk kez tanıklık ediyorken, şampiyonluk mücadelesi “hasbelkader” son haftaya doğru ilerliyor.

Fenerbahçe-Kayserispor maçındaki yönetimiyle Hakan Sivriservi bu mücadelenin seyrine etki etmiş midir? Evet, kesinlikle. Bu maça atanacak herhangi başka bir hakemin Sivriservi’nin yaptığı hataları yapmayacağına dair bir garanti var mıdır? Hayır, kesinlikle. Niyetim tartışmayı dürüstlük gibi çamurlu bir zemine çekmek değil. Sorulması gereken esas soru şu; Bugün futbol bilgisiyle, maç içindeki duruşuyla ve oyuna hâkimiyetiyle futbol kamuoyunda geniş tabanlı bir destek bulan kaç hakem ismi sayabilirsiniz? Belki Fırat Aydınus, ardından da Bünyamin Gezer.

Gördüğünüz gibi, hakem bir maçın önüne geçip sahne aldığında futbol konuşmak mümkün olmuyor. Şunu içtenlikle belirteyim: Kadro yapısı, yönetim anlayışı ve oynanan futbol göz önüne alındığında bu sezon Fenerbahçe’nin en yakın rakibine en az üç maçlık (9 puan) bir marj koyarak şampiyon olması ben dahil kimseyi şaşırtmaz. Ancak; yukarıda saydığım kriterleri bir yana bırakarak Fenerbahçe’nin geçtiğimiz hafta Beşiktaş lehine verilmeyen penaltı kararıyla +2 puan, Kayserispor önünde de Hakan Sivriservi’nin uydurduğu penaltıyla +2 puan olmak üzere son iki haftada +4 puanı hanesine yazdırdığını söylerseniz kesinlikle haklısınız. Peki ya, geçen yıl Fenerbahçe’nin sahada hakemler tarafından kıtır kıtır doğrandığını ve Fenerbahçe yönetimi bas bas bağırırken kulağının üzerine yatanlar olduğunu söyleyenler? Evet, onlar da haklılar. Bir de yeni Federasyon yönetiminde Gözlemciler ve Temsilciler Kurulu Başkanlığına getirilen Kemal Dinçer’in hakemler üzerinde psikolojik bir baskı unsuru olduğu görüşünde olanlar var ki, şüphesiz onlar da haklılar. Farkındayım, Nasreddin Hoca’nın hikâyesine benzedi ama haklıların içinde en haklısı galiba Tony Banks. Hakem, oyunla kaos arasında duran kişi olduğuna göre, kalan haftalarda en dik durması gerekenler de onlar. Çünkü kuru ve çelimsiz bir ağaç misali rüzgârın estiği yönde eğilmek aynı zamanda kaosa doğru bel vermek demek. Umalım ki, 34.haftada son maçın son düdüğü çaldığında kimseler hangi maçı hangi hakemin yönettiğini umursamasın. Zor ama imkânsız değil!

 

Cem Top: İlk yarı hikaye, ikinci yarı destan

Nisan 3, 2008

cem top

Türk futbolunun tarihi sınavı öncesi, Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu’nun web sitesine baktığımızda “Club World Ranking – Top 350” isimli listenin birinci sırasında İngiliz devi Chelsea’nin adını görmek belki hepimizi tedirgin ediyordu.

Read more

 

Cem Top: Derbide ‘kalite’ farkı

Mart 30, 2008

cem top
Lig sonundaki sıralamaya direkt etki edebilecek Beşiktaş-Fenerbahçe derbisinde gülen taraf sarı-lacivertliler oldu. Maç genelinde gözlenenler aslında maç öncesi de tahmin edilenlerdi. Gerek taktiksel anlayış gerekse de kadro kalitesi bakımından maçta üstün olan taraf Fenerbahçe idi.

Read more

 

Cem Top: Galatasaray gayri ciddi

Mart 21, 2008

cem top
Fortis Türkiye Kupası Yarı Final eşleşmesinde Gençlerbirliği deplasmanına çıkan Galatasaray, 14 kez müzesine götürmeyi başardığı Türkiye Kupası’nın on beşincisine de talip olduğunu çeyrek finalde Fenerbahçe’yi eleyerek göstermişti.

Read more

 

Levent Özgün: Zor Ölüm – Avrupalı gibi oynamak

Mart 11, 2008

levent özgün

Sinemayla ilgilenenler bilirler. Başrolünde Bruce Willes’in oynadığı, macera filmlerinin kültleri arasına girmiş, bana göre başyapıt haline gelmiş filmler serisidir Zor Ölüm. Filmin her bölümünde polis memuru John McClane’in başından geçen birbirinden zor, bir o kadar da karışık olaylar anlatılır. Şimdi diyeceksiniz ki futbol sitesine film yorumu da nerden çıktı. Muhtemelen kardeş siteye (www.tersninja.com) yapacağı yorumu buraya gönderdi. Hayır. Filmin adından da anlaşılacağı gibi John McClane’in başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmemiştir.

Read more

 

Cem Top: Endülüste Yengeç Dansı

Mart 9, 2008

cem top

Şampiyonlar Liginde ikinci tura yükselme başarısını ilk kez gösteren bu iki ekipten maç öncesi ağır basan taraf şüphesiz Sevilla idi. Aslında Kadıköy Şükrü Saraçoğlu Stadında oynanan karşılaşma yüreklerde tur ümitlerinin yeşerdiği, Sevilla’nın yenilmez olmadığını yaşayarak öğrendiğimiz bir maç olmuştu. Her ne kadar İspanyol ekibi Kadıköy’de temposunu skora göre ayarladıysa da Fenerbahçe ataklarında zafiyeti ortaya çıkmış ve özellikle tandeminde ciddi sorunlar yaşadığını açık etmişti. O maçta defansın göbeğinde oynayan Julien Escude – Ivica Dragutinovic ikilisi Fenerbahçe’nin kanatlardan getirip ceza sahasına gönderdiği her topta adam paylaşımı ve yerleşim hatalarına imza atmışlardı.

 
Bugün 4 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol